"Bir kadın entelektüele futbolu sevdiğinizi itiraf edin, anında kadınlarin erkeklerle ilgili düsüncelerini yansıtan donmuş bakışlarla karşılaşırsınız." Nick Hornby

19 Eylül 2012 Çarşamba

Beşiktaş'la Avrupa Yolculuğum 1/2

Benim ailemde futbolla ilgilenen birileri yoktu. Babam Beşiktaşlı olsa da ne stada gitmişliği ne de oturup maç izlemişliği vardı. Futbolla tanışmam ise sokakta benden 3-4 yaş büyük olan abimin mahalleden arkadaşlarının ayaklarındaki toplara yatarak oldu. Okula başladıktan sonra arkadaşlarım teneffüs aralarında yaptığımız maçlarda attıkları goller üzerinden gol krallığı yarışması yaparken ben forvetin ayağından tertemiz aldığım toplardan tatmin oluyordum. Arkadaşlarım Metin-Ali-Feyyaz olmak isterken ben Atom Karınca Rıza olurdum hep.

Futbol maçlarını, ligleri takip etmeye geç başladım. Dedim ya geniş ailemin futbolla uzaktan yakından alakası yoktu. Sadece komşumuz fanatik Trabzonsporluydu. Bizim katta apartmanın merdivenlerine örtü serer, radyodan lig maçlarını dinlerken bir yandan da çek-çek futbol oynardık. Apartman ışığı sönmesin diye de düğmeyi kürdanla sıkıştırırdık.

Avrupa maçlarını ise ilk kez komşumuzun VCR kasetlerinden izlemiştim. Meşhur Trabzonspor – Aston Villa serisini özellikle defalarca izlemişimdir. Aynı şekilde Lazio serisi ve hakem Antonio Lopez Nieto kasetleri, hikayeleri…

Baba yadigarı sevdiğim takım Beşiktaş’ın ise 1997-1998 Şampiyonlar Ligi performansını gazetelerden okuyabilmiştim ancak. Evde o saatlerde herhalde Ebru Gündeş’in Fırtınalar dizisi izleniyordu. İzlediğimden emin olduğum ilk maç ise Beşiktaşlılığın ilk dersini aldığım 3 – 3’lük Valerenga maçıydı. Görüntülerden daha fazla hissettiklerimi hatırlıyorum. Televizyonun önüne çöktüğümü, maç 3 – 2 olduğunda deplasmanda gol avantajının Beşiktaş’a yarayıp yaramadığını düşündüğümü, bunu hesaplamaya çalışırken 3. golü de yediğimizi hatırlıyorum.

Milenyuma yaklaşırken artık futbol sevgimi evde dillendirir hale gelmiş ve TV’de yayınlanan Şampiyonlar Ligi maçlarında kumandanın hakimiyetini ele geçirmiştim. O dönemde Avrupa Kupalarında varlık gösterebilen yegane Türk takımı Galatasaray’dı. Özellikle sonu UEFA Kupası ile biten 1999 – 2000 sezonundaki Şampiyonlar Ligi maçlarının tamamını izlemiştim. Galatasaray’ın Ali Sami Yen’deki 0 – 5 lik Chelsea mağlubiyeti bir yandan üzerken, diğer taraftan da tam bir Tore Andre Flo hayranı olup çıkmıştım. Milan’a karşı 90. Dakikada atılan penaltıda havalara zıpladığımı, Arsenal’le oynanan UEFA Kupası finalini izlemek için akraba ziyaretine giden aileme karşı isyan çıkarıp evde yalnız kaldığımı, Popescu’nun penaltısından sonra kendimi kaybedip tüm gece camdan tezahüratlara eşlik ettiğimi hatırlıyorum.

2000-2001 yılı ise “Beşiktaş'ın Kura Şanssızlığı” na ilk kez selam durduğum yıl oldu. Şampiyonlar Ligi gruplarında Leeds, Milan ve Barcelona’yı çektiğimizde başımıza gelecekleri aşağı yukarı tahmin etmiştim o yaşta bile. Elland Road’daki Leeds maçında o zaman kadar gördüğüm en feci mağlubiyeti tadarken (sonraki yıllarda beterin beteri varmış dedik gerçi) bir yandan da Flo’dan sonra Viduka’ya da dominant pivot santrafor oyunundan dolayı hayran olmuştum. Ama tabi ki o senenin “çileği” İnönü’deki Barcelona galibiyetiydi. Televizyon başında içimde ufacık bir umutla beklerken her daim gülen kalecimiz Ike Shorunmu daha henüz maçın başında Rivaldo’nun iki pozisyonunu kendine has kurtarışlarıyla bertaraf etmişti. Sonrasında ise İbrahim Üzülmez gerçeği ile tanışmam, Ahmet Dursun’un torunlarına bile anlatacağı bir hikaye ve Pascal’ın topu ayağıyla kafasına çarptırarak attığı gol…

Senelerden 2003’te bu kez Şampiyon ünvanıyla Şampiyonlar Ligi’ndeydik. Bir sene önce bizi UEFA Kupası Çeyrek Finali’nde eleyen Lazio, Abrahamovic’in ilk senesinde adadaki iyi oyuncuları toplayan Chelsea ve Sparta Prag idi rakiplerimiz. Stamford Bridge’de İlhan Mansız’ın yaptığı densizliğe rağmen kalenin önüne otobüs park ederek alınan Chelsea galibiyetinden sonra o zamanki takımın istikrarını da düşününce inanmıştım gruplardan çıkacağımıza. Ama Beşiktaş’tık sonuçta, terslik olmazsa bir sorun var demekti bizim için. Yine yalnız başıma izlemiştim Chelsea maçını. Kulakların Prag’da olduğu maçta “Yeni Sergen” imiz Yasin Sülün’ün yaptığı pas hatası sebebiyle yediğimiz golden sonra bile mevcut skorlarla bir üst tura çıkıyorduk ki dakika 90’da sağ alt köşede Sparta Prag – Lazio maçına bağlandı Star TV. Eminim herkes ekrana yapışmıştır o anda benim gibi. Kullanılan serbest vuruşta hala beddualarımı esirgemediğim Angelo Peruzzi boşa çıktı ve bende geçici bir bilinç kaybı oluşturdu. Bir süre sonra Sadri Alışık’ın “Ofsayt Osman” filmindeki meşhur repliğini sayıklar şekilde buldum kendimi. UEFA’dan devam ettiğimiz o sezonda hemen ilk turdan o sene kupayı alacak Rafael Benitez’in Valencia’sıyla karşılaşmamızı artık hayatın bir döngüsü olarak algılamıştım. Bu tarihten sonraki Avrupa maçlarını daha net hatırlasam da yukarıda bahsettiklerim kadar keyif alamadım. Bu biraz büyüdükçe saf duyguların kaybolmasından, biraz da sağ sütunda gördüğünüz ilk fotoğraftaki adamdan. Devamını bir ara eklerim.