"Bir kadın entelektüele futbolu sevdiğinizi itiraf edin, anında kadınlarin erkeklerle ilgili düsüncelerini yansıtan donmuş bakışlarla karşılaşırsınız." Nick Hornby

14 Ekim 2012 Pazar

Hayaletler Lazim Bu Oyuna

Çok fena tembelim. Her hafta spor notlarımı bu bloga yazayım diyorum ama kısmet olmuyor. Şimdi Yenilsen de Yensen de'nin son bölümünü izledim ve yapılan beyin fırtınası verileriyle kafamdan daha önce geçenleri şuraya not alayım dedim.

"Hayalet Yazar" (Ghost Writer) mesleğinin farkına 2010 yapımı The Ghost Writer filmiyle vardım. Özetle ünlü bir kişi herhangi bir konuda kitap yazacaksa o kitabın yazımına belli ölçülerde katkıda bulunan ve o yazılanı okunur hale getiren kişiymiş hayalet yazar. Bu yazarların isimleri büyük çoğunlukla saklı tutulur ve kitabın herhangi bir yerinde yer almazmış. Bu sebeple de bu kişiler maddi açıdan tatmin edici ücretler alırlarmış.

Bu noktadan ülkemiz futboluna gelirsek, bizim ülke futbolunda en çok rahatsızlık duyduğumuz ve başarısızlık sebebi olarak gösterdiğimiz konu bu işin futbolla ilgisiz adamlar tarafından yönetiliyor olması. Bu kişiler bu işleri tabi ki kendi bilinirliklerini artırmak ve bazı iş bağlantıları sağlamak amacıyla "gönüllü" olarak yapıyorlar. Televizyonlarda her gün açıklamalar yapıyorlar, transfer sezonlarında oyuncuların yanındaki koltukları kapmak için kavgalar ediyorlar, sahaya girip kupa bile kaldırıyorlar. Tüm bunları yaparken de çoğunlukla bilgisizliklerinden bazen öncelik farklılıklarından sayısız hatalar yapıyorlar. Kusura bakmayın ama bu kişilerin futboldan uzak olmasını dilemek günümüz ülke konjonktüründe sadece iyi niyet göstergesi ve biraz da romantiklik olur bence. E o zaman bir çözüm lazım bu duruma, değil mi?

Tam bu noktada kişilerin hatalarını minimize edecek, onların tercihlerini kırmızı-mavi hap düzeyine kadar indirgeyerek işlerini kolaylaştıracak, bir nevi hamallığını yapacak ve en kritik nokta olarak her zaman gölgede kalacak uzmanlaşmış hayalet profesyonellerin var olması aklıma gelen uygun bir yol.

TFF Başkanı'nın bir "hayalet başkanı" olabilir mesela. Kendisine A Milli Takım antrenörünün bir yandan tüm ülke futbol sistemini oluştururken bir yandan da A takımı yönetmesinin yaratacağı riskleri açıklayabilir. A takım kötü giderse o antrenörü bu ülkede maalesef takımın başında tutamayacağını ve yapılan o tüm uzun vadeli planların antrenörün gidişiyle birlikte rafa kalkacağını, en iyi ihtimalle sekteye uğrayacağını anlatabilir. Ona doğru bir ülke altyapı sisteminin nasıl kurulacağını dünyadan örnekleri raporlayarak anlatabilir. Fransa'daki Clairefontaine gibi kulüplerden bağımsız olan futbol akademilerini ve İngiltere'deki kulüp bazlı altyapı sistemlerini kıyaslamalı raporlayabilir gerçek başkana seçmesi için.

Kulüplerin futbol komitesi başkanlarının "hayalet başkanı" olabilir mesela. Günümüzde futbolcu temsilcileri gibi kendi oyuncularını pazarlamak yerine bir scout ağının kurulabileceğini ve bu şekilde orta ve uzun vadede transfer hatalarının minimize edileceğini anlatabilir. Kısa vadede ise teknik direktörün de görüşleriyle istenen oyuncularla ilgili detaylı teknik ve mali analizler yapabilir, oyuncuların bağlı olduğu kulüplerin durumları ve oyuncuyla olan ilişkilerini raporlayabilir ve sonunda futbol komitesi başkanı için bu konuyu "tatilde ibiza mı yoksa mykanos mu daha güzel olur" basitliğine indirebilir bu hayalet başkan.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Tüm bu örneklerin sonuçlarında hayaletler gölgede kalırken, "gerçek" başkanlar kupaları kaldırır, egolarını tatmin eder, reklamlarını yapar, var oldukları pozisyonların tadını çıkarır ve aynı zamanda başarıya daha fazla yaklaşırlar. Diğer taraftan hayaletler de iyi bir gelir sahibi olur ve kendi içlerinde yaptıklarının tatminini yaşarlar.

Hayaletler hep korkutucu olarak anlatılır filmlerde, ama futbolumuz hayaletler olmadan sanki daha fazla korkutucu özellikle bu günlerde.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Beşiktaş'la Avrupa Yolculuğum 1/2

Benim ailemde futbolla ilgilenen birileri yoktu. Babam Beşiktaşlı olsa da ne stada gitmişliği ne de oturup maç izlemişliği vardı. Futbolla tanışmam ise sokakta benden 3-4 yaş büyük olan abimin mahalleden arkadaşlarının ayaklarındaki toplara yatarak oldu. Okula başladıktan sonra arkadaşlarım teneffüs aralarında yaptığımız maçlarda attıkları goller üzerinden gol krallığı yarışması yaparken ben forvetin ayağından tertemiz aldığım toplardan tatmin oluyordum. Arkadaşlarım Metin-Ali-Feyyaz olmak isterken ben Atom Karınca Rıza olurdum hep.

Futbol maçlarını, ligleri takip etmeye geç başladım. Dedim ya geniş ailemin futbolla uzaktan yakından alakası yoktu. Sadece komşumuz fanatik Trabzonsporluydu. Bizim katta apartmanın merdivenlerine örtü serer, radyodan lig maçlarını dinlerken bir yandan da çek-çek futbol oynardık. Apartman ışığı sönmesin diye de düğmeyi kürdanla sıkıştırırdık.

Avrupa maçlarını ise ilk kez komşumuzun VCR kasetlerinden izlemiştim. Meşhur Trabzonspor – Aston Villa serisini özellikle defalarca izlemişimdir. Aynı şekilde Lazio serisi ve hakem Antonio Lopez Nieto kasetleri, hikayeleri…

Baba yadigarı sevdiğim takım Beşiktaş’ın ise 1997-1998 Şampiyonlar Ligi performansını gazetelerden okuyabilmiştim ancak. Evde o saatlerde herhalde Ebru Gündeş’in Fırtınalar dizisi izleniyordu. İzlediğimden emin olduğum ilk maç ise Beşiktaşlılığın ilk dersini aldığım 3 – 3’lük Valerenga maçıydı. Görüntülerden daha fazla hissettiklerimi hatırlıyorum. Televizyonun önüne çöktüğümü, maç 3 – 2 olduğunda deplasmanda gol avantajının Beşiktaş’a yarayıp yaramadığını düşündüğümü, bunu hesaplamaya çalışırken 3. golü de yediğimizi hatırlıyorum.

Milenyuma yaklaşırken artık futbol sevgimi evde dillendirir hale gelmiş ve TV’de yayınlanan Şampiyonlar Ligi maçlarında kumandanın hakimiyetini ele geçirmiştim. O dönemde Avrupa Kupalarında varlık gösterebilen yegane Türk takımı Galatasaray’dı. Özellikle sonu UEFA Kupası ile biten 1999 – 2000 sezonundaki Şampiyonlar Ligi maçlarının tamamını izlemiştim. Galatasaray’ın Ali Sami Yen’deki 0 – 5 lik Chelsea mağlubiyeti bir yandan üzerken, diğer taraftan da tam bir Tore Andre Flo hayranı olup çıkmıştım. Milan’a karşı 90. Dakikada atılan penaltıda havalara zıpladığımı, Arsenal’le oynanan UEFA Kupası finalini izlemek için akraba ziyaretine giden aileme karşı isyan çıkarıp evde yalnız kaldığımı, Popescu’nun penaltısından sonra kendimi kaybedip tüm gece camdan tezahüratlara eşlik ettiğimi hatırlıyorum.

2000-2001 yılı ise “Beşiktaş'ın Kura Şanssızlığı” na ilk kez selam durduğum yıl oldu. Şampiyonlar Ligi gruplarında Leeds, Milan ve Barcelona’yı çektiğimizde başımıza gelecekleri aşağı yukarı tahmin etmiştim o yaşta bile. Elland Road’daki Leeds maçında o zaman kadar gördüğüm en feci mağlubiyeti tadarken (sonraki yıllarda beterin beteri varmış dedik gerçi) bir yandan da Flo’dan sonra Viduka’ya da dominant pivot santrafor oyunundan dolayı hayran olmuştum. Ama tabi ki o senenin “çileği” İnönü’deki Barcelona galibiyetiydi. Televizyon başında içimde ufacık bir umutla beklerken her daim gülen kalecimiz Ike Shorunmu daha henüz maçın başında Rivaldo’nun iki pozisyonunu kendine has kurtarışlarıyla bertaraf etmişti. Sonrasında ise İbrahim Üzülmez gerçeği ile tanışmam, Ahmet Dursun’un torunlarına bile anlatacağı bir hikaye ve Pascal’ın topu ayağıyla kafasına çarptırarak attığı gol…

Senelerden 2003’te bu kez Şampiyon ünvanıyla Şampiyonlar Ligi’ndeydik. Bir sene önce bizi UEFA Kupası Çeyrek Finali’nde eleyen Lazio, Abrahamovic’in ilk senesinde adadaki iyi oyuncuları toplayan Chelsea ve Sparta Prag idi rakiplerimiz. Stamford Bridge’de İlhan Mansız’ın yaptığı densizliğe rağmen kalenin önüne otobüs park ederek alınan Chelsea galibiyetinden sonra o zamanki takımın istikrarını da düşününce inanmıştım gruplardan çıkacağımıza. Ama Beşiktaş’tık sonuçta, terslik olmazsa bir sorun var demekti bizim için. Yine yalnız başıma izlemiştim Chelsea maçını. Kulakların Prag’da olduğu maçta “Yeni Sergen” imiz Yasin Sülün’ün yaptığı pas hatası sebebiyle yediğimiz golden sonra bile mevcut skorlarla bir üst tura çıkıyorduk ki dakika 90’da sağ alt köşede Sparta Prag – Lazio maçına bağlandı Star TV. Eminim herkes ekrana yapışmıştır o anda benim gibi. Kullanılan serbest vuruşta hala beddualarımı esirgemediğim Angelo Peruzzi boşa çıktı ve bende geçici bir bilinç kaybı oluşturdu. Bir süre sonra Sadri Alışık’ın “Ofsayt Osman” filmindeki meşhur repliğini sayıklar şekilde buldum kendimi. UEFA’dan devam ettiğimiz o sezonda hemen ilk turdan o sene kupayı alacak Rafael Benitez’in Valencia’sıyla karşılaşmamızı artık hayatın bir döngüsü olarak algılamıştım. Bu tarihten sonraki Avrupa maçlarını daha net hatırlasam da yukarıda bahsettiklerim kadar keyif alamadım. Bu biraz büyüdükçe saf duyguların kaybolmasından, biraz da sağ sütunda gördüğünüz ilk fotoğraftaki adamdan. Devamını bir ara eklerim.